Cesaret, hiç şüphesiz ki insanoğlunun en çok anlatılmış ve mitleştirilmiş tavırlarından biridir. Bu gayet anlaşılabilir bir olgudur çünkü cesaret, statükoda beklenmedik bir durumdur. İnsanoğlu her ne kadar statükoya boyun eğse de statükoya baş kaldıranları sever veya onlara ilgi duyar. Cesurca girişilen eylemin sonu iyi de bitse kötü de bitse ortada anlamlı bir hikaye olacaktır. İnsanlar da hikayelerle yaşar.
Kaygıya karşı cesaret bilinçli bir seçim olduğundan doğada örneği yoktur. Hayvanlar stres anlarında hayatta kalma içgüdülerinden hareketle çeşitli tepkiler verebilirler. İnsanlar da hayatta kalma uğruna çeşitli davranışlar gösterebilir ama bunu değerlendirmeyeceğim. İnsanların cesur davranışları hayatta kalma güdüsüyle olduğu kadar kimi zaman da var olma mücadelesiyle alakalıdır. Her cesur davranışın altında varoluşsal bir kaygı yatar, kimlik kazanma mücadelesi yatar, korkular yatar. Bu korkular da insanın kendi içindeki çıkmazlardan doğar. İnsanlar korku ve kaygılarıyla onları yansıtarak ve bastırarak başa çıktığı gibi onların üstüne giderek de sönümleyebilir.
Cesaretten bahsedince korku ve kaygılardan bahsetmeden olmaz. İnsanlar ölüm korkusu ile kuşatılmıştır. Ölüme karşı duyulan bu müthiş korkunun yükü taşınabilecek gibi değildir. Bu yüzden ölüm korkusu başka kaygılara yansıtılarak bastırılır. Ölüm korkusu, yaşam kaygılarına dönüşür. Yaşam kaygıları var olma sürecinin olmazsa olmazlarıdır. İnsanlar dışlanmamak, bir bütüne eklemlenmek, fark edilmek, bir hikaye oluşturmak, inanmak ve inandırmak ister. Nihai sonun ölüm olduğu bu dünyada bunlar anlamsız da gelebilir, daha da anlam kazanabilir. Fakat insanlar umudu bulamadığında değil anlamı bulamadığında kaybederler. İnsanın başına gelen kötü durumlar da bir hikayenin parçası olarak bir anlam kazanabilir. Bu uğurda umutsuzluk veya hayal kırıklığının yadsınamaz bir rolü vardır. Anlam ise yalnızca uhrevi ve doğaüstü kavramlardan mürekkep değildir. İnsanın beslediği ve dallandırmaya devam etmek istediği benlik sermayesi, kendisinin hayat ağacıdır. Bu ağacın dalları kuruyabilir, yaprakları dökülebilir ama yine de kökleri sımsıkı toprağa sarıldığı sürece var olur. Hayat artık anlamlı gelmediği zaman ve dahası anlama olan inancın yitirildiği zaman hayat ağacı ölecektir.
Her canlı hayatta kalır ama yalnızca insanlar var olabilir. Var olmak nasıl yaşayacağımızı ve davranacağımızı, nelere inanacağımızı, nelerden hoşlanacağımızı ve hoşlanmayacağımızı belirleme serüveni olduğu gibi neler yapacağımızı öngöremediğimiz sürprizler karşısında kendimizi tanıma sürecidir. Eğer tüm bunları bir bütün olarak ele alırsak insanların kendileri kadar başkaları tarafından nasıl algılandığı üzerine de bir varoluş kurguladığını anlayabiliriz. O zaman her varoluş biçimi de yaşadığı toplumdan izler taşımaktadır. Yaşanılan toplumun ahlakı ve kültürü baz alınarak bir varoluş belirlenir, buradaki amaç yadırganmaktan ve dışlanmaktan kaçınmaktır. Yani insanın varoluşunda topluma dair çeşitli kaygıları da barınmaktadır. Varoluş genel olarak bir kimlik kurgulama ve bu kimliği muhafaza etme sürecidir. Kimi insanlar da toplumunun kültürüne aykırı ve cüretkar bir kimliği seçebilir fakat zannedilmemelidir ki bu cüretkar kimlik kaygılardan azadedir. Eğer insanın en büyük arzularından biri algılanmaksa, marjinal ve hatta ucube olarak algılanmak en keskin algılanış biçimlerinden biridir. Yani tabuları yıkma konusunda son derece cesur kimliklerin arkasında genellikle algılanma ve var olma konusunda oldukça derin kaygılar yatmaktadır.
İnsanlar kimliklerini kaybetmekten korktukları için daima kimliklerini muhafaza etme eğilimindelerdir. Oysaki bu kimlikleri genellikle insanın kendisi seçmez. Bu kimlikler bulunduğu çevrenin yapısına göre toplum tarafından kendilerine biçilmiştir. İnsanlar da bu kimlikleri benimseyip kendilerine bir kılavuz olarak bellerler çünkü bu kimlikler, insanın kimlerle ilişkilerinin olup olmaması gerektiğinden nerede nasıl davranıp davranmaması gerektiğine kadar son derece net bir tayin edici vazifesinde olduğundan dolayı belirsizliğe tahammülü olmayan insanoğlu adına oldukça konforlu bir mefhumdur. Kimlik muhafazası adına insanlar, gerektiğini düşündükleri zamanlarda cesur olarak nitelendirilen biçimde davranırlar. Gettoda yaşayan bazı insanlarda sıklıkla rastlanan cevval tavırlar, yalnızca kendini koruyup söz sahibi olma mücadelesinden ibaret değil, oraya yakışan kimliği sürdürerek sosyal çevresince dışlanmamayı ümit eden bir refleks olduğundan dolayı altında büyük bir kimlik muhafazası kaygısı yatmaktadır. Plazalarda üst düzey pozisyonlarda çalışan bir yöneticinin sonucunu tam olarak kestiremediği kararları alması da iş bitirici sıfatından feragat etmeme isteğinden kaynaklanır. Sevmediği halde arkadaşlarıyla futbol oynayan bir çocukta da, aslında gitmek istemediği tatile gidip sosyal medyada paylaşan beyaz yakalıda da, herkesin ilişkisi var diye aşık olmadığı birisiyle beraber olan bir üniversitelide de, bir dava uğruna inanmadığı halde daha fazla radikalleşen siyasetçide de benzer kaygılar vardır.
Yani insanlar istedikleri kimlikleri edinebilmenin bir bedeli olarak çoğunlukla kendileri olamazlar. Hatta kendileri olmaktan bir hayli korkarlar çünkü edindikleri kimliğin dışına çıktıkları anda kabul gördükleri sosyal çevre tarafından yadırganıp dışlanacakları gibi yeni kimlikleri, yani asıl benlikleri, ile ne yapacaklarını ve nasıl yaşayacaklarını tahayyül edemedikleri bir yola çıkarlar. İnsanlar da kılavuzsuz yaşayamayacağı için genellikle buna cesaret etmekte zorlanırlar. Bu kaygıyı da, yani bir yığının parçası olma kaygısını da, toplumca yadırganmayacak niş tavırlar veya yönelimleri ile bastırıp kendilerini marjinalize etmenin büyüsü ile özel hissederler. Zaten sistem bu tavra göz yummanın ötesinde bu tavrı, yeni seçenekleri kendine entegre eder ve sistemin devam etmesini sağlar. İnsan da böylesine basit bir varlık olmaktan geri durmaz. Yani cesareti bile esaretten doğar ki buna cesaret demek ne kadar mümkünse.
Aynı insanoğlu her zaman bir rekabetin içerisinde olduğundan dolayı kendisine denk olarak gördüklerinin başarılı olmasını istemez, özellikle kendisinin düşleyip de başaramadığı hususlarda bu kıskançlık daha da katmerlenir. Mevzubahis kişi ancak belirli bir seviye kat edip meydan okumasına daha da güçlenerek devam ederse toplumdan desteğini alabilir. Çünkü o cesur insanın belirli bir eşikte takılması halinde toplum bunu utanmadan kendi arifane yönüne yontar ve yüzsüzce ‘ben demiştim’ der, toplum cesurların başarısızlığına karşı avantacı bir tavırla beslenir. Elde edilen başarıyı desteklemekten de geri durmazlar çünkü mevzubahis başarı sadece cesur birinin değil toplumun başarısı da oluvermiştir. O yüzden birçok cesurca başarı; insanların dile getirmek isteyip de getiremediği temellerden inşa edilir, kağıttan kaplan statüko çökertilir, bu adımlar toplumdan desteğini almak adına pöpülistleşerek toplumun genelini kapsar, yeni ve kuvvetli bir kimlik inşasıyla devam eder, o kimliğin kemikleşmesi ile diğer güç unsurları kendilerine pay vererek sisteme entegre edilir, ardından cesur birinin baş kaldırmasıyla çözülür ve eski kimlik toplumun geniş unsurlarınca inkar edilir. İnkar edilme ve ardından ikna edilme safhasının başarıya ulaşması yeni kural koyucuların ömürleri için en belirleyici faktörlerden biridir.
Mafyalar ve eşkıyalar gibi çekinilen unsurlar açısından cesaretleri en büyük sermayeleridir. Kendi konumlarına alıştıkları süre kapsamında gün be gün daha da cesur olmak zorundalardır. Çünkü cesaret konusunda herhangi bir zafiyet göstermeleri çözülmeleri anlamına gelir. Saygınlıklarını, rakipleri tarafından ne kadar korkuldukları ve böylece toplumu ne kadar etkileyebildikleri ile inşa ederler. Sadece korkutma yetmez. Toplumdan biri olduklarını ve toplumun iyiliğini düşündüklerini aktarabilmek adına toplumla içli dışlı olarak önemli yardımlarda bulunurlar, toplumun kanayan yaralarını onarmaya çalışırlar ki bu kazandıkları servet karşısında kayda değer olmayan bir bedeldir. Dünyayı bir köpek gibi siyah beyaz olarak gören ve mukayese yeteneğinden yoksun insanlar ise bu adamları mesih belleyebilirler. Maskülenite zırvasına hapsolup bu uğurda kendilerini gerçekleştiremeyen erkekler bu adamlara hayran olur, güç mefhumunu fetişize eden kadınlar da kendilerine hayran olur. Oysaki bu adamlar ekseriyetle korkak olmakla beraber devlet denen mekanizmanın pis yüklerini yüklenerek devasa menfaatler elde eden taşeronlardır. Hiçbir ülke fark etmeksizin toplumların ekseriyeti bunları yüceltecek kadar bayağıdır. Mafyalar cesaretin esareti konusunda en keskin örnek olabilirler.
Bir de insanların kendi potansiyellerine karşı epey derin kaygıları vardır. İnsanın potansiyelinin sınırları bir nevi insanın kendi sınırlarıdır. Dolayısıyla insanlar kendi potansiyellerinin sınırlarıyla yüzleşmekten genellikle kaçınırlar ve kendilerini herhangi bir bir alanda çok fazla zorlamazlar. İnsanlar toplumdaki konumlarını belirleyebilip hayata tutunma amacıyla birbirleriyle rekabet halindedir, bu durumu rekabet sözleşmesi veya ispat sözleşmesi olarak isimlendiriyorum. Rekabet somut bir olgu olduğu gibi aktif bir çaba gerektirir. İnsanlar arası rekabete göre bir hayat kurgulamak durumunda kalırız. İspat ise soyut bir olgu olmak zorunda değildir. Hayatımıza göre ispatlar kurgulayabiliriz. Bahsettiğim rekabet olgusu insanların yeteneklerinden ziyade idealize edilen yaşam tarzının sürdürülebilmesi adına tüketim alışkanlıklarında vuku bulur. Yani insanlar kendi potansiyellerini zorlayıp kendileriyle bir rekabet halinde olmaktansa diğer insanlarla rekabet halinde olmayı seçerler. İnsanlar kendi potansiyellerini kutsayıp bunu kendilerine ve diğer insanlara anlatmayı severler. Diğer insanlar ise bu hikayelere gerek araları bozulmasın diye gerekse de kendi hikayeleri de dinlensin diye şiddetli itirazlarda bulunmazlar. Bu potansiyel anlatıları insanların ruh sağlığının bozulmaması için önemli bir görev görmektedir ama insanların ruh sağlığı zaten bozuk bir zeminde inşa edilmiştir. Çağın normalleri insan doğasının önüne geçtiğinden dolayı bu dilemma göz ardı edilmektedir. Kendi potansiyelini zorlayabilme konusunda bile acziyete düşen insanoğlu alternatif hikayelerle başarısızlığın verdiği çöküntüyü doldurabilmektedir. Ben ders çalışsam sınavı kazanırdım, istesem daha yüksek bir maaş alırdım, koşsam Barcelona’da oynardım ifadelerini kullanan herkes bahsettiğim durumdan mustariptir. İnsanlar kendi potansiyeline duydukları kaygının yükünü yalnızca alternatif hikayelerle hafifletmez. Başarılı kişi veya gruplarla kendini özleştirip onların başarısını kendine yontarak başarı devşirebilirler. Bu uğurda insanların kimliklerini nasıl kurgulayıp fanatizmde ne kadar ileri gidebileceğini anlamak istiyorsanız, ezilenlerin sesi olduğu iddiasına yaslanarak kabadayılıkları ile kimi grupları bastıran siyasetçilerle toplumların patolojik ilişkisine bakabilirsiniz. İnsanların kendi potansiyellerine karşı duydukları kaygılar başarısız insanlara karşı tutumlarıyla da ortaya çıkabilir. Bir dava uğruna cesurca atılıp başarısız olmuş kimseler toplumca topa tutulur. Başarısız kişinin başarısızlığı, hiçbir şey denemediği için ne başarılı ne de başarısız olan korkaklarca müthiş bir şeydir. Oysaki potansiyellerimizi biz belirlemezken potansiyelimizi ne kadar zorlayacağımız bizim elimizdedir. İnsan her alanda başarılı olmak zorunda değildir, olamaz da. Başarı alternatif evrenlerde değil içsel yüzleşmelerde saklıdır.
Cesaret bağırmaz, usulca hareket eder. Cesaretin takdir ve ödül beklentisi olmaz. Cesaret dimdik bir duruştan ziyade kendine özgü bir duruştur. Cesaret makul olanı değil kendin olanı, doğru olanı emreder. Cesaret, her türlü esarete karşı olduğundan dolayı cesur olmak da dahil olmak üzere toplumun insana giydireceği hiçbir gömleği umursamaksızın yaşamanın peşindedir. Cesaret diğer insanlara karşı takınılabilecek bir tavır olduğundan daha çok insanın kendisine karşı tutumları ile alakalıdır. Cesaret insanın kendisini aşma ihtirası değil insanın kendisiyle yüzleşerek kendince girişeceği bir yolculuğun feneridir. Cesaret esareti aşar fakat sınırlarını da olgunlukla kabul eder.
