Tarihimiz boyunca dünyanın dört bir yanındaki insanlar için çeşitli trajedilere tanık olduk. Holokost, naziler; türkiye’nin mevcut reelpolitiği ve komünizm… Propagandalar, münhasıran olumlu olarak kullanılmasa da genellikle karşı argümanı bastırırken bir fikrin diğerlerine göre faydalarına yönelik yoğun bir vurgu içerecektir. Nazilerin, çalışkan almanların işini çaldıkları gerekçesiyle ekonomik buhrandan çıkmanın yolunun yahudileri tasfiye etmek olduğunu vadederek iktidara gelmesi en temel örnektir.
Sıkıcı girişten sonra külliyata girelim. Bilgi teorisi denilen ve claude shannon tarafından ortaya atılmış olan, mevcut bilgi sistemlerinin tamamının kendisinin üzerine kurulduğu bir teori vardır. Iletişimi en iyi tarif eden teoridir çünkü iletişimi bir matematiksel ifade olarak nicelikselleştirmiştir. Bu sayede kodu bilgisayara da taratabilir, makineye de anlatabilir hale gelmişizdir. Bu da yapay zekanın önünü açan yegane kuramdır.
Bu teoriye göre, mesaj bir bilgi paketidir. Bu bilgi paketi, bir encoding yöntemiyle kodlanır. Örneğin bu metni, sesli biçimde okuyarak ileti haline getiren özne, bu metni türkçe sözcükler aracılığıyla kodlamıştır. Bir mecra yoluyla bu bilgi muhatabına ulaşır ve bu mecrada bir gürültü vardır. Bu gürültü gerçek bir gürültü olabileceği gibi iletişimin kalitesini bozan her şeydir. Bilgi, bu gürültüden geçerek muhatabına ulaşır ve muhatabı tarafından işitilir. Bunlarla beraber meselenin teknik boyutunda yeter şartlar mevcuttur. Örneğin ileti türkçeyse, muhatabın da türkçe bilmesi gerekir. Filmi biraz ileri saralım, örneğin bir reklam metni tasarlanmaya çalışılıyor. Burada reklam metni, muhatabın özelliklerine göre kodlanır. Bir örnek verelim: iş bankası reklamlarında şive kullanımı duymazsınız. Yıldız kullanımına başvurulur ancak şiveye rastlamazsınız. Finans bank reklamındaysa şive kullanımı ve alt tabakanın karikatürize edilmiş avam medyanından ortaya çıkmış bir figür görülür. Bunun sebebi kanaatimce iş bankası’nın a ve b’ye, bir de c’nin üst tabakasına hitap etmesi. Finans bank ise c’nin alt tarafı ve d’ye hitap eder. Ayrıca finans bank reklamlarında başörtülü insan kullanımı, emsallerine kıyasla çok fazladır.
Işin iletişim bilimi kısmını idrak edebildiğimiz varsayımıyla devam edersek, milli tarihimize referans verme alışkanlığımızı sürdürelim ve orhun kitabeleri’ne göz atalım:
Ondan sonra tanrı buyurduğu için; devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağandan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız kıldım.
Burada basitçe, yönetici aile şuurunun varlığına ve yönetici sınıfının kendi propagandasını yapışına tanıklık ediyoruz. Aşina sülalesi gerçekten de şuurlu bir aile. Orhun kitabeleri’nde istemi ve bumin’den bahsedilir. Istemi ve bumin ile orhun arasında yaklaşık 3 yüzyıl var. İlteriş başta olmak üzere diğer aile bireylerinden bahsedilir. Ayrıca ilginç bir detay, tarihte yönetici sınıfındaki abi-kardeş ilişkisi her zaman sağlıklı değilken, orhun’da (ve çeşitli tarihî kaynaklarda) iyi anlaşan bir abi-kardeş ikiliği görüyoruz.
Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla (insanı) aldatıp (kendilerine) uzak milleti öylece yaklaştırırmış. […} ötüken yerinde oturup (yalnızca gerektiğinde) kervan, kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın.
Orhun’da, bilge kağan metninin daha başında öğütlenen şey, yöneticinin ötüken’de oturmasıdır. Zira bilge kağan, çin tesirini bizatihi görmüştür ve çin etkisinin tıpkı kütle çekim kuvvetiymişçesine türk’ü kendisine çekeceğini öğütlemektedir. Bununla beraber ortaya ne yapmamız gerektiğine yönelik öğüt vermiş, başta yönetici olmak üzere, milletin ötüken’e yakın oturmasını söylemiştir. Coğrafi ve mental anlamda aramıza mesafe koyarak onların yaşam tarzından uzakta durmalıyızz kararı almışlardır ve türklere sürekli bu yönde ifadelerde bulunmuşlardır. Daha da önemlisi, çok önemli bir laf ediyorlar:
(Çin’in) tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok öldün Türk Milleti, (devam edersen) öleceksin! Güneyde Çogay Ormanı’na, Tögültün ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin!
Işte propaganda burada saklıdır. Ölür müsün? Ölmezsin. Ne olur? Adını çince yapar, başkentinin adını tu-kin yapar, onların dinine geçersin. Ölmeyebilirsin. Fakat buradaki “öldün, öleceksin.” ifadeleri retoriksel bağlamda çok güçlü ifadeler. “Ben yöneticiyim, sen benim gibi düşünmezsen öleceksin. Tokken açlığı düşünmezsin, giyinikken çıplaklığı düşünmezsin, senin çok kafan basmaz, bak benim basıyor, gel dinle sözümü.” Demeye getiriyor kabaca. Bunu özellikle de bir bengütaşa kazıyor ki uzun süreli bir propaganda işlevi görsün. Başta bahsettiğimiz mecra ortamı vardı ya, buradaki mecra literal olarak taştır. Kullanılan dilse türkçedir zira muhatap halk kitlesidir. Kök türklerin soğdca Ve plaketten fazlası olmayacak biçimde çince kalıntıları vardır. Her dilin yazı dili yoktur. Katip hangi dili konuşuyorsa genelde o dile meyledilir. Sıfırdan bir dilin imlasını oluşturmaktansa, halihazırda var olan bir dilin imlasını kullanmak pratiktir. Bu yüzden arap-islam devletinin yunanca fermanları, osmanlı’nın uygurca fermanları, moğolların uygurca yazışmaları vardır.
Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormuş.
Yazıdaki ilk orhun alıntılarına ek olarak burada da görüleceği üzere rakip, müşahhaslaştırılmaz. Rakipten çin diye bahsedilmez, en fazla öcü diye bahsedilir. Rakibin propagandasını çürütürken bile rakip özneleştirilmez. Burada da “Sözü ipek imiş”, “Uzaktakine kötü, yakındakine iyi mal verirmiş” gibi soyutlamalarla rakip buğulandırılır. Aksi takdirde muhatap, rakibin sözlerine de kulak vererek kendisini bir nevi iki farklı renkteki haptan birisini tercih eden müşteri gibi görüp, buradaki propagandanın çıktığı ağız milli değer atayamaz.
Özetle orhun abideleri, dünya tarihinin en önemli ve eski propaganda metinlerinden birisidir. Bu metin yazıldığında türkler, çin hükümranlığından henüz kurtulmuştur ve bu nüfuzun türkler üzerindeki tahakkümüne son vermek adına bu tip propagandalar değerli görülmüştür.
Mevcut türk siyasetine her ne kadar değinmekten izole kalmayı yeğlesem de, hayranı olduğum ve içinin çok dolu olduğuna inandığım bir propaganda tamlaması var: faiz lobisi. Hem faiz, hem lobi. Ortalama bir türk insanı dinî sebeplerden mütevellit faiz ile ilgili genelde olumsuz şeyler düşünür. Keza lobi sözcüğü de genelde ermeni lobisi, yahudi lobisi gibi öcülerin tamlananı olmaya gebedir.
Bir başka propaganda örneği: dinî metin ve mevzuların tamamında propaganda vardır. Islam’ın yayıldığı dönemlerde islam’a karşı yapılan bir propaganda özellikle dikkatimi çeker ve bu propaganda, kendisini yapan insanın ölümüyle sonuçlanmıştır. Ebu Afek isimli bir yahudi şair, 120 yaşında. Kendi kavmi olan Kayleoğulları’na şöyle seslenir:
“Kayleoğulları, bir araya geldiklerinde dağları yıkarlar. Onlar hiçbir zaman [birine] Boyun eğmemişlerdir. Çıkıp gelen bir bedevi [yani İslam ordusu lideri Muhammed], çeşitli şeyler konusunda şu helaldir, bu haramdır diyerek onları tasnif etmiştir. Şayet sizler şana yahut hükümranlığa boyun eğecek insanlar olsaydınız, çoktan tubba’ya tâbi olurdunuz.”
Bahsetmeye bayıldığım başka bir örnek: palasinalied isimli orta-yüksek almanca ilahi vardır. Orada, tanrı’nın insan suretinde yürüdüğü topraklardan bahsedilir. Şahsıma ait ufak bir çeviriyle metni incelemek gerekirse:
Günahkar gözüm açıldığından beri
İlk kez hayatım bir anlam kazanıyor,
Çünkü gördüğüm topraklar fahri
Ve ayrıca dünya buna şeref veriyor.
Yanıtlandı duam görülünce ömür sürdüğü;
Bu yollardır, üzerinde yürüdüğüm,
Tanrı’nın insan suretine büründüğü.
Haçlı seferi düzenleyeceğinizi hayal edin. Binlerce, hatta belki yüz binlerce insanı çok uzak yerlere götüreceksiniz. Sefer düzenlemek yeterince meşakkatli bir iştir zira haçlı seferlerinin yapıldığı dönemlerde almanya’dan kutsal topraklara yapılan en kısa yolculuklardan birisinin 2 yıl olduğu biliniyor, orduyu organize etmek daha zordur. Ayrıca eski çağlarda kaybolan ordular dahi vardır. Örneğin varus muharebesinde roma lejyonlarının teutoburg ormanlarında kaybolduğu bilinir. Ordu senkronizasyonu bozmuştur ve kampa ulaşana kadar hepsi dağılmış, birçokları da kaybolmuştur. Ayrıca 10 bin kişilik bir ordunun et ihtiyacı kaba bir hesapla beş bin koyun kadardır. Bu koyunları ya yolda götüreceksin, ya bulacaksın, ya yağmalayacaksın, ya da satın alacaksın… Dolayısıyla birini böyle bir yere gitmeye ikna etmek için, onu propagandaya maruz bırakman gerekir. Ne yapacaksın? “Tanrı’nın insan suretinde yürüdüğü topraklar.” diyeceksin. Haçlı seferlerine katılan insanlara anlatılan hikayeler başlı başına bir propaganda kitabıdır. Oranın zenginliklerinden bahsedersin, kutsallığından bahsedersin… Ancak genelde de savaş muzaffer tamamlansa dahi hüsranla sonuçlanmıştır. Zira gittikleri yer lübnan’dır, kudüs’tür. Gerçekten boktan yerler. Güney fransa gibi yemyeşil, elinden buğday düşse eğilmeden toprağın sana yirmi tane fazladan buğday vereceği toprakları bırakıp bir çöl için savaşmak şüphe yok ki korkunç bir duygudur. Lakin yüz binleri yürütebilmenin tek yolu propagandadır.
Militer anlamda propaganda yapılırken dikkat edilmesi gereken dört husus vardır. Ilk olarak öncelikli hedef, savaşılacak taraf olmalıdır ki onların azmi kırılabilsin. Ikinci olarak, karşı tarafın halkına propaganda yapılmalıdır ki fethettiğin zaman rahat yönetebilesin. Üçüncü olarak, kendi askerine propaganda yapacaksın ki savaşma iradeleri artsın. Dördüncü olarak, kendi halkına propaganda yapacaksın ki, oğullarını savaşa kolay gönderebilsinler ve erzaklarını bağışlasınlar. Bu dördünün gözetildiği en güzel propagandalardan birisi sanıyorum ki perikles’in atinalı ölülere övgüler başlıklı ağıdıdır:
Yalnız bizim devletimiz kendisine saldıran düşmanı böyle insanlara nasıl yeniliyorum diye öfkelendirmediği gibi, idaresi altına girmiş olanların da değersiz kimselerin ellerine düştüklerinden yanıp yakınmalarına sebep olmuyor. Bizim ne homeros’a, ne de başka bir övücüye ihtiyacımız var. Bir övücü sözleriyle kısa bir zaman eğlendirir; fakat gerçek, onun olguları değerlendirişini yıkar atar. Biz bütün denizleri ve karaları yürekliliğimize yol vermeye zorladık; her yanda yenme yahut yenilmemizin hep duran anıtlarını kurduk. Daha yaşayan bizlerden her birimizin onun uğrunda her şeyi göze almak isteyeceği tabiidir. Övücü sözlerimin büyük bir kısmını söylemiş bulunuyorum. Çünkü şehri övmek için saydığım şey, onu süsleyen bu ölülerimizin ve onlar gibi yavuz erlerin güzel başarılarıdır.
Bu nutkun amacı yalnızca ölülere ağıt yakmak değildir. Ayrıca vatandaşları yeni savaşlara asker gönderecek aileler ve asker olacak bireyleri duruma teşvik etmektir. Bugün bile askere teşvik örneklerine rastladığımız gibi, başta türkiye olmak üzere, çoğu ülkede askerden soğutma suçu vardır.
Ilginç vakalardan birisi de amerikan iç savaşıdır. Bu savaş birkaç özelliğiyle ön plana çıkmaktadır. Birincisi, demiryollarının nakliyeyi kolaylaştırmasıdır. Hem erzak hem de asker teşkilatı anlamında büyük kolaylıklar sağlamıştır. Ikincisi ve bizi asıl ilgilendiren mesele: telgraf. Bir tümenin karargahı genelde savaş alanından 20 kilometre uzaktadır. Aralarda komutanlar birkaç yüz metrelik mesafelerle konumlanırlar. Bu komutanlar arasında iletişim sağlamak normal şartlar altında mümkün değildir ancak telgraf bunu mümkün kılmıştır. Ayrıca gazeteciler cepheden haber taşımaktadır. Bu gerçekten önemli bir nüanstır zira kimi zaman savaşı gerçekten düşman seni yendiği için değil de kendi ülkenin insanının savaşma azmi bittiği için kaybedebilirsin. Nitekim ingiliz kamuoyu çanakkale ve irlanda’daki karışıklıklardan dolayı bu hale geldiği için, çok şükür ki, biz kurtuluş savaşı’nı kazanabildik. Benzer biçimde amerikan iç savaşı’nda da halk, savaşı bizzat gazetelerden takip etmiştir. Kamuoyu oluştuktan sonra özellikle güney tarafındaki halk teşebbüsüyle arkaya bir rüzgar alınmış, halk tabanından dahi güzel marşlar ve posterler yapılmaya başlanmıştır. Çok sevdiklerimden bir tanesi:
“Iyi vakit geçirmek istiyorsan süvarilere katıl!
Süvarilere katıl, süvarilere katıl!
Sağa sola sataşmak istiyorsan, makara olsun diyorsan,
Cehennemi tatmak istiyorsan, süvarilere katıl!”
Benzer biçimde halk tabanında, karşı tarafın halkını ikna etme sürecine girilmiştir. Güneyliler kuzeylilere “Iki zenci için çocuklarınızı askere mi yollayacaksınız?” çağrılarında bulunurken, kuzeyliler de “Sen zencilere insan dışı muamele yapan zalimler için neden askere çocuğunu gönderirsin?” gibi karşılıklar vermiştir. Bu savaş öyle bir hal almıştır, siyasetle savaş o kadar iç içe girmiştir ki artık komutanlar bile birbirlerinin ayağını kaydıracak biçimde propagandalar servis etmeye başlamıştır. Douglas mcarthur isimli savaşmaktan bir bok anlamayan ancak medyayla arası iyi olan komutan kendisini sık sık övdürür ve başarılı generalleri görevden aldırma noktasına getirir. Bu dönem, gazetecilerin maaşının en arttığı dönemdir.

